YER VE YER ALTI
"Yukarıda Mavi Gök, "
Aşağıda Yağız Yer "Yaratıldığında,..."
Göktürk Yazıtları
1. TÜRKLERDE, "YERE", "KARA" VE "KARAYER" ANLAYIŞLARI
"Yer" sözü, eski türkçede de tıpkı Avrupa dillerinde olduğu gibi, toprak, bölge, dünya yuvarlağı ile yeryüzü anlamına gelirdi. Çindeki "Ti" sözü de, "Yer" in ifade ettiği bütün anlamları kendinde toplardı. Yer, maddî yönü ile bir topraktı. Anadolu Türklerinin deyimi ile "Kara toprak". Bizi besleyen, ama sonunda da, yine bizi sinesinde saracak olan toprak. Bu sebeple eski Türkler "mezara" da "yerçün" yani "yerci" demişlerdi. "yere batmak", "yere bat!" yani "Kaybolmak", "yok ol" sözleri de, hep bu büyük sonla ilgili deyimlerdi.
Yer sözünün ikinci anlamı da arazî, toprak, bölge, diyar, memleket, kara ve nihayet, yer dediğimiz şeylerdi. Fransızlar buna "la terre", Almanlar "das Land" derler. Eski türkçede bu deyimin içtimaî anlamları da vardı. Eski Türkler zaman zaman "Yurt, il ve vatana" da yer derlerdi. Onlara göre "hemşehri", bir yerdeş idi. Yerli ve yurtdaş da, bu eski deyimin nihayet bir devamından başka bir şey değildi. Su ile ilgisi olmayan toprak parçalarına, bugün niçin "kara" dediğimiz üzerinde durmayacağız. Ama şunu da söyleyelim ki, yalnız biz de değil; Ortaasya ve Sibirya Türklerinde bile, yere hep "kara yer" denirdi. Yere, kara denmesi de, yalnızca Anadoluda başlamış değildir. Ortaasyalı çok eski bir Türk şairi şöyle diyor
"Ediz arştın, altın karaga tegi"
"En yüksekteki gökten, en aşağıdaki yere kadar". Göğün özelliği yücelik (edizlik), yerin ise aşağılık, en altlık, (altın) idi. Bu suretle kâinatta "dikine olarak iki uç" vardı. "Yukarıda gök ve aşağıda ise kara", yani yer vardı. Bu örneklerden de açık olarak görebiliyoruz ki, eski Türkler yere, yalnızca "kara" demekle de yetinebiliyorlardı. Yerin rengi üzerinde, diğer bölümlerimizde duracağız. Yalnız, yere "kara" diyerek geçen Karacaoğlanın şu şiirini de almadan geçemeyeceğiz:
"Evvel sen de yücelerden uçardın,
"Şimdi enginlere indin mi gönül?
"Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin,
"Karada menzilin, adın mı gönül?
Yerin de tabiî olarak türlü türlü çeşitleri vardı. Eski türkçede, türlü yerler için, çeşit çeşit deyimler söylenirdi. Ağaçsız yerlere, "ak yer", çöllere "çölig yer", ormanlık bölgelere de "bükli yer" v.s. denirdi. Bugün Anadoluda'da, küçük orman parçalarına "bük" denir. Eski Türkler, kılavuzlara da "yerçi" demişlerdi. Çünkü kılavuz, yeri ve bölgeyi tanıyan, yol açan ve yer hakkında bilgi veren bir kimse idi. Savaşçı Türklerde "Kılavuzluk", çok önemli bir meslekti.
2. "TÜRK YERİNİ VE SUYUNU", RUHLAR İLE TANRI KORUYOR
"Kutsal yerler ile bölgeler" de, Türk düşünce tarihinin en önemli kısımlarını teşkil ederler. Türklere göre bazı yerler, Kâbe toprağı gibi kutsal yerlerdi. Türklerin düşürce düzenine göre bu yerler, yalnızca coğrafya anlamında bir bölge değil idiler. Bu yerlerin yeri v suyu, kutsal ruhlar tarafından temsil ediliyor ve korunuyordu. Bugünkü türkçemizde, "yer" dendiği zaman, toprağı ve içinde akan suları ile birlikte, bir arazi parçası hatırımıza gelir. Bu anlayış. Eski Türklerde de vardı. Fakat yer, "toprak" anlamında kullanılınca, o zaman durum değişiyordu. Çünkü yer, yani toprak ayrı; sular ise, ayrı kutsallıklara sahip idiler. "Yeri ve suyu koruyan ruhlar" da, yine ayrı ruhlar idiler. Bu sebeple eski Türk yazıtları, Türk milletinin bir yere konduklarını söylemek isterlerken, "o yerin, yerine suyun kondular", şeklinde bir afade kullanırlardı. Meselâ aynı anlama gelen, "Yerin-gerü, subıngaru konadı" deyimi, bunun en açık bir örneğidir. "Yerin, yani toprak ile suyun ruhları, yalnız kendine konan Türk milletinin koruyucu melekleri değil; Türk milletini idare eden Türk kağanlarının da başarı ve kutvericileri idiler".
"Yer bütünü ile, tıpkı gök gibi, kutsal ve ayrı bir bütündü. Yerde, Türk milletinin töresi ve ictimaî düzeni, yer ile göğün isteğine göre kurulmuştu. Devlet içinde bir karışıklık veya bir isyanın meydana gelmesi, yer ile göğün isteğine aykırı idi". Bu sebeple Türk Kağanları, isyan eden âsileri mızraktan geçirdiklerini söylerler iken, bunun "yer ile gök tarafından emredildiğini" söylemeği de ihmal etmezlerdi. Meşhur Uygur hükûmdarı Bayançur Kağan, bu isyanları nasıl bastırdığını anlatırken şöyle diyordu:
"Kulum, künim budunıg, Tengri Yir ayu birti, anda sançdım!": "Kölem ve cariyem olan bu budunu, Gök ile Yer emrettiği için, orada mızrakladım!". Kuzey Altaylarda oturan Türklerin efsane ve masallarında da böyle deyimlere rastlayabiliyoruz. Meselâ iki savaşçı karşılaşınca birbirlerine: "Ne göğe ve ne de yere dua et!" derlerdi. Yani bununla da "Seni, benim elimden hiç kimse kurtaramaz", demek isterlerdi. Bu metinlerde yer ile gök, tıpkı kutsal birer eş gibi görünürlerdi.
"Gök ile yerin düzeni", devlet ile içtimaî hayat düzeninin de bir sembolü gibi idi. Onlara göre, "Gökle yer bir düzen içinde bulunurlarsa, budun ve devlet de, düzen ve asayiş içinde yaşardı". Bilge Kağan'ın yazıtında, Dokuz Oğuz kavminin kendi budunu olduğundan bahsediliyor ve "Tengri yir bulgakın üçün", yani "Gökle yerin karışması sebebi ile" kendilerine düşman olduğundan söz açılıyordu. Yerle gök niçin karışmıştır ve bunun için de, kendi budunu olan Dokuz Oğuz kavmi, Bilge Kağan'a niçin düşman olmuştur" Tabiî olarak, bunun izahı güçtür.
3. YERLE GÖK, BERABER YARATILDI
"Eski Türkler yerin de, Gökle birlikte yaratılmış olduğuna inanırlardı":
"Gökle ilgili bölümümüzde, gerçek ve sonsuz gökten başka, dünyayı bir kubbe gibi kaplayan maddî bir göğün varlığından da söz açmıştık. Göktürk yazıtlarında, "Yukarıda mavi gök ve aşağıda yağız yer yaratıldığı zaman" şeklinde söylenen meşhur giriş, hafızamızdadır. Az önce Kutadgu Bilig'den aldığımız bir şiir de, yine buna benser bir ifade görmüştük. Kutadgu-Bilig elbetteki, kuvvetli bir şekilde, İslâmiyetin tesirleri altına girmişti. Buna rağmen, eski Türk dilinde ve edebiyatında kullanılan deyimler kaybolmamış ve o çağda da devam edegelmişti. Meselâ Göktürk yazıtları göğün yüksekliği için "Üze" sıfatını kullanırlardı. Kutadgu-Bilig de ise, bu sıfatın yerine, yine aynı anlamdaki "Ediz" sözü geçmişti. Göktürkler, yerin kainattaki yerini göstermek için "asra" deyimini kullanıyorlardı. Eski türkçede as sözü, "aşağı" demektir. Göktürkler, yere asra (= as-ra) demekle de, aşağıya doğru bir yön göstermiş oluyorlardı. Türkçedeki asra sözünün manasını daha iyi anlayabilmek için, buna örnek olarak başka bir deyimi de gösterelim. Meselâ eski ve yeni türkçede song, yani "son" sözü; sonuy, yani belirli ve tayin edilmiş bir son ucu (terminus) gösteriyordu. Son sözüne bir yön eki takarak, sonra (= son-ra) dediğimiz zaman, durum değişiyor ve söz, kendi kendine iki ayrı anlam ifade etmeğe başlıyordu. Bu anlamlardan birincisi, sona doğru bir gidiştir; diğeri de son denen noktadan, sonsuzluğa kadar uzanan bir mesafedir. Kanaatımıza göre Göktürkler, "asra yağız yir" derler iken, yalnızca "aşağıda yağız yer" demiyorlardı. Yeryüzünde, karanlık sonsuzluklara kadar gider "yer ve yer altı dünyası" da, bu anlamın içine giriyordu.
Kutadgu-Bilig'in İslâmiyetin tesirleri altına girdiği bir gerçekti. Fakat şimdiye kadar, "bu eser İran edebiyatının tesirleri altına girmiştir", denmiştir de; kelimeler, deyimler ve cümleler bakımından eski Türk dilini ve edebiyatını devam ettirmiştir, denmemiştir. Bir edebiyatın en kuvvetli silâhı, kendi dilidir. Eski dilini kaybetmemiş bir edebiyat, nasıl oluyor da, İran edebiyatının bir kopyası sayılıyordu? İşte anlaşılmayan nokta bu idi. Kutadgu-Bilig'den, yerle göğü yaratan için söylenmiş iki cümle alalım:
1. "Yerin, kökni yaratgan": "Yeri, göğü yaratan!"
2. "Yerli, kökli yaratgan": "(Kâinatı), yerli, göklü, yaratan",
Şüphesiz ki bu her iki cümle de, İslâmiyetin tesiri altında olarak söylenmişti. Fakat bu sözlerin, türkçe bakımından olduğu kadar, mana itibarı ile de, müslüman olmayan Göktürk yazıtlarından bir farkı yoktu. Bunun nedeni de, eski Türk dini ile İslâmiyet arasında, büyük farkların bulunmasından ileri geliyordu.
4. ÇÖKEN VE BATAN MADDİ DÜNYA
Eski türkçedeki "yer" sözü, yeni türkçede olduğu gibi, "dünya" anlamına da geliyordu. Meselâ şu ebki türkçe metinde "şafağın söküşü ve güneşin doğuşu ile dünyanın nasıl aydınlandığı", şöyle anlatılıyordu. "Şafak söktü, dünya aydınlandı; gün doğunca her şeyin üzeri ışık doldu". Eski ve yeni türkkçede "katı yer" dediğimiz zaman, sert toprak aklımıza gelir. Bu deyim, Avrupa dillerinde de vardır. Yerin bütün sertliğine katılığına rağmen, yerin çökmesi, bir benzetme, bir atasözü gibi de olsa, eski Türk edebiyatında az çok yer almıştır:
"Ey Türk milleti!
"Gök yıkılmasa,
"Yer çökmese,
"Seni, kim ortadan kaldırabilir?..."
Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, göğü yıkabilen bir kabuk gibi düşünen eski Türkler, yerin de bir çatısı olduğuna inanıyorlar. En büyük felâket ve belki de "kıyamet", göğün çökmesi ve yerin de yıkılması idi.
Bu düşünce, bugünkü konuşmalarımızda da yer almıştır. Osmanlı edebiyatında bile, "büyük bir ordudan" söz açılırken, "Yer götürmez asker" denirdi. Yerin taşımayacağını söylemek sureti ile, ordunun büyüklüğünü ifade etmek isterlerdi.
Altay dağlarında oturan Türkler bile, "Bu yerding üstündö", yani "Bu yerin üstünde" derler iken, "bu dünyanın üstünde" demek isterlerdi. Altaylılar yer sözünü, yalnızca "dünya" için kullanırlarken, "Rusya" ve "Çin" gibi devlet ve ülkeleri ifade etmek için de, "Orus yeri", "Kıtay yeri" demekten geri kalmazlardı.
5. YERYÜZÜ VE YERKABUĞU
"Türklere göre yeryüzü ve yer kabuğu":
Eski ve yeni türkçemizde "yer", bir "kumaşın veya başka bir şeyin yüzü" için de söylenirdi. Meselâ eski Türkler, "yeşil yüzlü ipekli kumaş" için, "yeşil yerlig barçın" derlerdi. Eski Türklerin "Yeryüzü" için kullandıkları en önemli deyim ise, "yer kırtışı" dır. Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğünde "kırtış" yalnızca "yer" sözü ile beraber geçerdi. Uygurlar ise, bu söze daha geniş bir anlam verirlerdi. Meselâ, "insan yüzü" ile başka şeylerin yüzüne de, "kırtış" derlerdi. Aslında ise "yer kırtışı", dünyanın dış kabuğu veya yüzü olmalıydı. Bu deyimi bugünkü Ortaasya Türk lehçeleri ile karşılaştıracak olursak, esas anlamına daha iyi anlamış oluruz. Meselâ Kırgızlar, "yerin sathına" veya "yer kabuğuna" "cerdin kırtışı" derlerdi. Saban girmemiş, yaban yerlere de "kırtıştuu cer", "kırtışlı, kabuklu yer" adını verirlerdi. Bunadan da anlaşılıyor ki, "Bir yer, sabanla çizildikten sonra, o yerin bekâreti ve orijinal kabuğu kalmıyor ve Allahın yarattığı yeryüzü de bozulmuş oluyordu".
Eski Türk kitaplarında, "dünyanın yüzü", yani "kırtışı" ile ilgili birçok bilgiler vardır. Bunların en önemlilerini bir araya getirerek, bu konuyu aydınlığa kavuşturmağa çalışacağız. Meselâ şu şiirde yeryüzünün, altın beyazı veya grisi gibi bir renk aldığı söyleniyor:
"Ajun kırtışı boldı altun öngi,
"Yaşık za'feran kıldı, yakut öngi".
"Acunun yüzü oldu, altın beyazı,
"Güneş safran çıkardı, yakut beyazı!"
Aşağıdaki şiirin manası ise henüz daha iyice anlaşılmamıştır. "Rumî kızı" okunması gereken bu sözü Rodlof, "Rumî kozı" diye okumuştur. Buna rağmen çıkardığı mana, ne kendisini ve ne de bizi tatmin edebilmiştir. Buradaki Rumî kızı'nın yani Rumî/eli kızının güneşin bir sembolü olması çok muhtemeldir. Güneş yüzünü yere gizleyince, yani batınca; dünyanın yüzü de tıpkı bir zenci gibi kapkara oluyordu:
"Yüzin kizledi yirke, Rûmî kızı,
"Ajun kırtışı boldı, zengi yüzi"".
"Yüzün gizledi yere, rumeli kızı,
"Acunun yüzü oldu, tıpkı bir zenci yüzü!"
Güneşin batıda batması dolayısı ile, "Rûm-eli" ile münasebete getirilmiş olması çok muhtemeldir. Eski Türkler, "gökyüzü" için de "kalıg kırtışı" derlerdi. Kalıg sözünün esas anlamını gökle ilgili bölümümüzde incelemiştik. Gökyüzü de zaman zaman rengini değiştiriyordu:
"Usuz yattı, saknu bin ança odug,
"Kalıg kırtışı tuttı, kafur odug".
"Uykusuz yattı biraz, düşünüp ayık durdu,
"Gökyüzünün rengi de kâfur rengiyele doldu!"
"Kuğu'nun beyaz rengi", temizlik, saflık ve iyiliğin sembolü idi. bu inanış, Altay mitolojisinde olduğu gibi, Avrupa ve Önasya an'anelerinde de, pek yaygın bir halde idi. Ortaasya ve Avrupa mitolojilerine göre, "Kugu, aslında kutsal bir kız idi. Bu kız, kuğunun beyaz tülünü üzerine giyince kuğu olur ve çıkarınca da, kız olurdu". Bize göre eski Türk şiirlerinde "kuğu kırtışı" diye geçen bu deyim, mitolojik "Kuğu tülü" ile ilgili olsa gerektir. "Kuğunun beyaz tülü" ile ilgili iki eski Türk şiirini Kutadgu-Bilig'den alarak buraya koymağı faydalı görüyoruz:
"Yaklaşık koptı, kögsin köterdi yana,
"Kuğu kırdışı boldı, dünye, sana".
"Güneş çıktı, göğsünü, (göğe) yükseltti yine,
"Kuğunun benzi gibi, beyaz oldu tüm dünya!"
Şair, güneşin ışıklarına büyük bir önem veriyor ve dünyanın ap ak olduğunu söylemek istiyor. Ayrıca kuğunun beyaz tüyünün başa giyilmesi kâfi değildi. Gönlü de böyle temiz yapmak lâzımdır diyor:
"Kuyu başka kirse kuğu kırtışı,
"Kuğu teg örüng kılgu könglin kişi!"
"Kimin başına girse, kuğunun beyaz dışı,
"Kuğu gibi gönlünü, beyaz etsin o kişi!"
"Eski Türkler Yeryüzüne, Yer sağrısı derlerdi":
Eski türkçede "deri"ye sağrı dendiği gibi, her şeyin yüzüne de sağrı denirdi. Yer sağrısı deyimi, tam manası ile "Dünyanın kabuğu" anlamına geliyordu. Meselâ eski Türklerde, "Kişi sağrısı yüz", diye bir de atasözü vardı. Sıcakla, soğukla ve türlü hava şartları ile karşı karşıya olan yüz, insan derisinin en sert ve katı olan tarafıdır. Bu sebeple gerçek deri, ancak yüz derisi idi. Bunun, başka bir anlamı da olmalıdır:
"İnsan yüzü en katı derilerden biri olduğu için utanması da az olurdu"
6. TÜRKLER VE "YERİN RENGİ"
Bundan önceki bölümlerimizde yere yalnızca "kara" dendiği söylenmiş ve bununla ilgili olarak, Ortaasya ve Anadolu edebiyatından örnekler vermiştik. "Kara toprak" deyimi, Osmanlılarda olduğu kadar Kırgız Türklerinin edebiyatında ve Çağatay lehçesinde de çok yaygındır. Özbekler, buna "kara tofrak" derlerdi. Rengi kara olan topraklarla beraber, manevî anlamda toprağa ve "mezara" da böyle denirdi. Ali Şir Nevaî, "cansız cisimden hiçbir şey hasıl olmaz; o, gülsüz bir kara toprak gibidir", diyor. "Gülsüz kara toprak da, ay ışığı olmayan karanlık bir gece gibidir":
"Cismdin cansız ne hasıl, ey Müselmanlar kim ol,
"Bir kara tofrag tegdür, kim gülü reyhanı yok!
"Bir kara tofrak kim yoktur gülü reyhan ana,
"Ol karangu gece tegdür, kim mehi tâbanı yok!"
Ali Şir Nevaî
"Kara toprak" sözünde ve yukarıdaki şiirde, İran edebiyatının tesirleri yok değildir. Ne yapalım ki "Kara yer" ve "Kara toprak" Türk âleminde, İran dilinden ve edebiyatından hiçbir haberi olmayan Türklerde bile, kullanılan bir deyimdir. Bu, Türk düşünce düzenine göre türemiş ve söylenmiş bir anlayıştır. Dede Korkut'da Ulaş oğlu Kazan Beg'in otağını diktirmesini şöyle anlatıyor:
"Bir Gün Ulaş oğlu Kazan Beg yerinden turmuş idi. Kara-yerün üzerine otahların diktürmiş idi. Bin yerde ipek halıçası döşenmiş idi..."
"Yağızlık, toprağın rengi idi": Türklere göre yer ve toprağın ilk rengi, herhalde "Yağız" idi. "Kara-yer" deyimini bilmiyoruz ama, "Kara toprak" sözü daha sonradan çıkmış olsa gerekti. "Göktürkler ve Uygurlar" da yere "Yağız yer" derlerdi. Kaşgarlı Mahmud'a göre "Yağız", kızıl ile siyah arasında bir renktir. Toprağın rengi, bu renk karışımına benzetilerek yağız denmiştir. Bugünkü türkçemizde kullandığımız, "Yağız at" ve "Yağız delikanlı" deyimlerimiz de aslını yine bu toprak renginden almıştır. Yağızın yanlış olarak siyah renk anlamında kullanılması, sözün aslını bilmemizden ileri geliyor. Yoksa Türkler kapkara bir zenciye, yağız veya yağız delikanlı dememişlerdi. Altun Yaruk adlı meşhur Uygurca kitabı, Çince paraleli ile karşılaştırdığımız zaman, karşımıza çok önemli meseleler çıkar. Uygurcadaki Yağız yir, Çinde daima Ta-ti, yani "Büyük yer", "Büyük dünya" deyimi ile karşılanmıştı. Bazan da Çincedeki "Büyük Dünya" deyimi türkçede "Agır, ulug, yağız yir", yani "Kutsal, saygıdeğer, büyük, yağız yer" şeklinde tercüme edilmişti. Bundan anlıyoruz ki eski Türklerde Yağız yer deyimi, doğrudan doğruya bütün dünyayı ve dünyanın tümünü ifade ediyordu. Bazan da yalnızca "Yağızlı" deyimi "Dünyalı" anlamını karşılıyordu. Tıpkı Karahanlılardaki "Yirli, kökli" yani "Yerli, göklü" gibi. Tabiî olarak bütün bu anlamları Çince karşılıkları ile mukayese ederek öğreniyoruz. Zelzele için de, "Dünya tepreniyor" anlamına "Yağız yir tepreyür" denirdi.
Yalnız, "Yağız" sözü ile "Yavız"ı birbirinden ayırmak lâzımdır. Altun Yaruk adlı Uygur kitabı dünyaya "Yağız yer" derken, "iyi olmayan alâmet, işaret belirtilerine" de "Yavuz" diyordu. Yavuz sözü de, bu deyimden çıkmış olmalıdır.
Eski Türkler göğe renk verirken "Kök", yani "Gök", "Mavi" derlerdi. Karahanlılar çağında ise göğe "Yaşıl", yani yeşil denmeğe başlanmıştı. Fakat yerin rengine "Yağız" diyorlardı. Bu deyim değişmemişti. Aşağıdaki şiir, bunun güzel bir örneğidir:
"Yağız yer, yaşıl kök; kün, ay birle tün"
"Yağız yer, yeşil gök; güneş, ay ile gece",
Göğün mavi rengine "yeşil" diyen eski Türkler, yeşil renk için de aynı deyimi kullanırlardı. Baharın gelmesi ile her tarafın yeşilliklerle donanmasını da şöyle anlatıyorlardı:
"Yağız yer, yeşil torku yüze badı!"
"Yağız yer, yeşil ipekten bir tül bağladı!"
"Yerin bakır gibi kızıl olması":
Bu inanış Türk mitolojisinin önemli bir motifi idi. Sibirya'da olduğu gibi bu deyim, Karahanlılar tarafından da biliniyordu: "Yağız yer bakır bolmangıça kızıl", mısrasında, bu benzetme açık olarak görülmektedir. Bu bakımdan Altaylarda yaşayan Telengit Türklerinin "Kıyamet günü" (Kalgancı çağ) hakkındaki şu şiirleri de önemli bir vesikadır:
"Kıyamet çağı gelende,
"Gök demir olur kalır, yer bakır olup kalır;
"Hakanlar, hakanlara, düşmanlık içre kalır,
"Uluslar, ulusları, boğmağa hazırlanır,
"Parça, parça olarak, katı taşalar ufanır,
"Katı ağaçlar ise, yumuşayıp uzanır,
"İnsanların boyları, ancak bir karış kalır,
"İnsanların dizgini, küçükülr, çok kısalır,
"Bey ile soysuzları, kimse ayırmaz olur,
"Babalar, çocukları, bilmez tanımaz olur,
"Çocuklar, babaları, tanımaz saymaz olur,
"Sarımsak başta biter, yerlerde bitmez olur,
"Altın öyle büyür ki, at başı ölçmez olur,
"En iyi yemekleri, hiç kimse yemez olur,
"Yerden altınlar çıkar, hiç kimse bakmaz olur,
"Dünyada insan kalmaz, altın alınmaz olur!
Gerçi Yağız yer, kutsal ve büyük bir varlıktı. Fakat onun süsü ve iftihar ettiği şey, yalnızca insan idi. Yer yüzünde bilgi ve fazilet, ancak insanoğlunun elini uzatması sayesinde meydana gelmişti:
"Yağız yer üze, yalınguk oğlı elig,
"Kötürdi, kamugka, yetürdi bilig!"
"Yağız yerin üstünde, insanoğlu elini,
"Götürüp, yetiştirdi, herkese bilgisini!"
"Yağız yer" ile "Kara toprak" arasındaki fark:
Türkler "Yağız yer" deyimini, gök gibi kutsal ve güçlü dünyamız için söylemişlerdi. Yağız yer de, Gök gibi insanların kaderine hükmeder, Türk devletinin karışmasında ve düzeninde sözü olurdu. Türk Kağanına âsileri kırması ve düzeni kurması için, buyruklar verirdi. "Yağız yer, Yüce Tanrının bir kolu ve bir parçası" gibi idi. "Toprak" ise, maddî ve ölümlü dünyanın bir kısmı idi. Bu sebeple Türklerin çoğu, "Kara toprak" sözü ile hemen "ölüm" ve "mezarı" hatırlarlardı. Anadolu'da, "Toprak onun başına" bedduamızla, ne demek istediğimizi hepimiz biliriz. Toprak, ölümün bir sembolü gibidir. Ölen bir dost için kullanılan, "Toprak salmak" deyimi de, Türk kültür ve an'anesinin üzüntülü; fakat vefa hislerini canlandıran güzel bir hatırasıdır. Çoğu Türk lehçelerinde "Toprak salmak" sözü, "ölen bir dostla vedalaşmak" anlamına gelirdi. Ölen bir akraba veya dostun mezarının başına gidip, birkaç kürek toprak atmak!... Toprak salmak sözünün başka manaları da vardır, fakat en güzeli ve en hislisi budur. Ortaasya'daki bazı Türklere, "İnşallah buluşalım", derseniz, onlar da "Topraktan dışarı olursak", yani ölmezsek, diye cevap verirler.
İslâmiyetin her türlü tesirlerine ve türlü düşüncelere rağmen Türkler, bir türlü "Topraktan geldikleri" hakkındaki hislerini kaybetmemişlerdi. Topraktan türeyişle ilgili konuları, yaratılış destanlarını anlatırken inceleyeceğiz. İnsanın türediği toprak, yapışkan ve sakızlı toprak, daha doğrusu eski Türklerin dediği gibi "Sağız toprak" dır. Biz Anadolu Türkleri, bu toprağa "Balçık" ve "Yağız toprak" da deriz. Fakat Türkler dışarıdan gelen bu inanca da fazla önem vermemişlerdi. Türkler için önemli olan, ya gökleri tutan "tozlu toprak" veyahut da, baharın gebe bir kadın karnı gibi şişen "kabarık" toprağı'dır. "Doğudan toprağın kokusunu ver" sözü, Anadolu'da ve Osmanlı edebiyatında söylenmiş bir atasözüdür. Aşık Veysel'in toprak şiirini hepimiz biliyoruz. Bunu, burada, yeniden söz konusu edecek değiliz. "Toz ve tozlu topraklar, atlıların ve saşçıların ayrılmaz arkadaşlarıdırlar". Bu sebeple eski Türk şiirlerinde toprak tozsuz, toz da topraksız olamazdı. Aşağıdaki şu çok eski Türk şiirinde, bir savaş başlangıcından söz açılıyor ve "Oğrak" adlı bir kabile ile de birleşilerek nasıl yola çıkıldığ anlatılıyor:
"Ağdı kızıl bayrak,
"Yetşü, kelip Ograk,
"Toğdı kara toprak,
"Tokuşup, anın keçtimiz!"
"Dalgalandı kızıl bayrak,
"Bize geldi, dost il Oğlak,
"Toza boğdu kara toprak,
"Döğüştük de geç kaldık!"
"Kara yer" ve "Kara toprak" ile ilgili bölümümüzü bitirirken, yüzyıllarca önce, güneyden Sibirya'nın buzlu Tundralarına sığınmış, belki de bin seneden fazla bir zamandan beri, Türk kültürünü büyük bir vefa ve sadakat ile, kutsal bin emanet gibi ruhlarında saklamış olan Yakut Türklerine dönmeden yapacağız. Onlar da yere, "Kara yer" derlerdi. Onlara göre de, her şeyin anası ve başladığı, bittiği yer, kara yer ve kara topraktan başka bir şey değildi. Yakut Türkleri de birine beddua edecekleri zaman, tıpkı bizim gibi, "Boğazın toprakla dolsun", derlerdi.
7. YER ALTI DÜNYASI
"Yer Ana adlı ruh, yerin ve toprağın sahibi gibi idi":
Yer altı ne kadar derinde ve nerelere kadar giderdi. Bunu o çağda kimse bilmezdi. Ama Türklerin de bir düşüncesi vardı. Bunun için, Türk kültürünün en eski şekline sahip olan Yakut Türkleri, dünyaya "Dipsiz dünya" demişlerdi. Yakutlar, "Yer ve toprağı bir ana, tıpkı güçlü ve kutsal bir kadın gibi" düşünmüşlerdi. Bu sebeple Yakut şiirlerinde toprağın adı geçtikçe, toprağa hep "Ana Toprak" dendiği görülüyordu. "Ana Toprak" deyimi, "Kâinat ruhunun" umumi bir adı idi. Bunun için Yakut efsanelerinde sık sık, "Sekiz köşeli Yer-Ana'nın sarı göbeği"nden söz açılırdı. Bazan da yerin göbeği,"Yer-Ana'sının kalkık memesi" olurdu. Her şeye can veren, taşıp ve çoşan kaynak, "Yer Ana"nın kendisinden başka bir şey değildi. "Sekiz ayığ Ana" yani "Sekiz Yaratıcı Ana" gibi, yer ruhlarının çoğu da kadındı, "Yerimi ve toprağımı temsil eden Sekiz Ana'ma, 6 yaşında bir boğa kurban ediyorum" derlerdi. Bu Sekiz Ana'dan başka, diğer Sekiz Yer altı Tanrılarının da adları geçerdi. İyilik gönderen ruhların yanında, insanlara ve hayvanlara hastalık ve felâket gönderen ruhlar da vardı. "Yer altı dünyasının Sekiz Soyu türemiş ve dal budak salmışlar; fakat aralarında bir geçim ve sulh düzeni kuramamışlardı". Bu sebeple, onlardan söz açıldığı zaman, "Yeraltının Sekiz geçimsiz soyu" da denirdi. Tıpkı İslâmiyetin "Eshab-ı Kehf"i gibi bunlara, "Uyuyan Sekiz Sersem Soy" lâkabı da verilirdi. Yakut Türklerinin dininde, yer altı Tanrılarının büyük bir panteonu vardı.
Yakut Şamanları zaman zaman şekil değiştirerek yeraltına inip, yer altı dünyasını gezerler ve yukarı çıkınca da ne gördüklerini uzun uzun anlatırlardı. Fakat Yakut dini ile ilgilenen otoritelere göre, Yakut Şamanlarının yer altındaki seyahatları, onlara sonradan girmiş hurafelere göre düzenlenmişti. Yakutların eski ve orijinal Türk dinlerinde bu yoktu. Bununla beraber Altay ve Sibirya'daki türkçe efsanelerde de, yeraltına inen ve orada büyük savaşlara giren kahramanlara rastlamıyor değiliz. "Göklerde hanlığını kurmuş olan Hakan'ın oğlu, göklerle beraber yeraltına da iner ve babasının hanlığını teftiş ederdi". Tabiî olarak, mitoloji ve masal ile, dinlerin dayandığı esas prensipleri birbirinden ayırmak lâzımdır. Gerçi, mitoloji de dinin bir aynasıdır. Fakat mitolojide anlatılan bir çok olay ve âdetler, çoktan unutulmuş ve cemiyet hayatından silinmiş olabilirlerdi.
"Yeraltındaki kötü ruhların sembolü, siyah bir tilki idi":
Altay mitolojisine göre "Yer altı ruhları", genel olarak "Siyah bir tilki" şeklinde görülürdü. Bu tilki, "Bazan avcıları peşine takarak yerin deliğine götürür ve oradan da yerin altına indirerek, avcı veya bahadırın, başına gelmedik felâket bırakmazdı". Yeraltı Han'ı "Erlik-Han"dı. Bazı Altaylılar ise buna "İrle-Han" derlerdi. Bu Han'la ilgili bir şiiri, bugünkü dilimize çevirerek alalım:
"Ölülerin hakan'ı çok büyük İrle-Han'dı,
"Han'ın bir kızı vardı, o da tam bir şeytandı!
"Bir siyah tilki olur, yeryüzünde gezerdi,
"Kötülükler saçarak, insanları ezerdi!"
"Yeraltındaki Yer Evreni Yılan ve Kutsal Öküz":
Yeraltındaki "Kırk kardeş" den söz açan, Altay efsaneleri de yok değildir. Bizce bu efsaneler, Türk mitolojisine en uygun motifleri içlerinde toplarlar. Topkapı Sarayı'nda bulunan bir Oğuz-Nâme parçasına göre, "Yer evreni yılan"dır. Bu da, Türk mitolojisinin ruhuna uygundur. Bu yılan, bazan da "balık" olurdu. Bu inanışa, biraz da Çin tesiri bulunan bölgelerde rastlıyoruz. Bir Altay efsanesine göre, "Katai-Han, Ak-Han'ın çocuklarını esir alınca, 'Yeraltındaki kırk boynuzlu Öküz kızıyor ve büyük bir zelzele yapıyor". Yine başka bir Altay efsanesine göre, "Yeraltının hakanı, Yedi kat yerin altında yaşayan Çılan-Mongus" idi. Altay türkçesinde "Çılan", "Yılan", demekti. Bu bakımdan, Oğuz-Nâme ile Altay efsaneleri arasında bir benzerlik kurulmuş oluyordu.
8. YER'İN KATLARI
"Batı Türklerine göre yer de, yedi kat idi": "Yedi" rakamı, Çin mitolojisinde de büyük bir önem taşıyordu. Fakat İran mitolojisinde bu sayının daha orijinal özellikleri vardır. "Türklerin kutsal sayısı ise dokuzdur". Bugün, İslâmiyet ve İran kültürleri ile, tarih boyunca hiçbir ilgi kurmamış olan Batı Sibirya ve Fin-Ugor kavimlerinde de, gök ve yer katlarının sayıları, yedidir. Bu inanışın İran mitolojisi yolu ile Ortaasya'ya yayılıp yayılmadığını bilmiyoruz. Böyle bir tesir olsa bile, İslâmiyetten ve hatta İsa'dan çok önceleri başlamış bulunması daha muhtemeldi. Eski Ortaasya ve Anadolu Türklerine göre yer, "Yedi kat" idi. hucendi de Letafetname'sinde şöyle diyordu:
"Yaratkan Adem"ü hurü melekni,
"Tozatkan arş-ü kürsi vü felekni,
"Tokuz eflâkni askan muallak,
"Yeti kat yerni hem kılgan mutabbak!"
Hucendi
Yani: "Adem ile huri ve melekleri yaratan; göğü ve gök çarkını süsleyen. Dokuz felek burçlarını hiçbir yere bağlamadan, boşlukta asan. Yedi kat yeri, hem yaratan ve hem de birini diğeri üzerine dizen Tanrı!"
İslâmiyetin ve İran edebiyatının tesirleri, bu şiir üzerinde açık olarak görülürler. Bunu inkâr etmeğe imkân yoktur. Ancak "Dokuz burç veya Felek" ile, "Yedi kat yer", İslâmiyetle hiçbir ilgisi olmayan Sibirya Türklerinin mitolojilerinde de vardır. "Dokuz gök, yedi kat gök" gibi deyimler, Sibirya Türk edebiyatında çok görülen sözlerdi. Bu deyimlere göre: "Gök, dikine olarak yedi kata; yüzeyine olarak da, dökuz bölüme ayrılmıştı". Bu konu üzerinde diğer bölümlerimizde de uzun uzun durulmuştur. Bu sebeple Hucendî gibi şairler, başlıca iki tesir altında bulunuyorlardı: Bunlardan en önemlisi ve ağır basanı kendi Muhitleri ve Türk halkları idi. Diğeri de İran edebiyatıydı. İran edebiyatının tesiri altında yazılmış olan yukarıdaki şiirler, Türk halkına da yabancı gelmiyorlardı.
Kırgızların şöyle bir atasözleri vardır: "Cer kulagı ceti kat", yani, "Yerin kulağı yedi kattır". Kırgızlar demek istiyorlardı ki, "Yer gibi, kulağı da yedi kattır" ve "Her söylenen şey duyulabilir". Ayrıca dünya bu sebepten dolayıdır ki, haberler ve yayınlarla doludur.
9. "TEPEGÖZ" EFSANESİ VE YER RUHLARI
Dede Korkut kitabındaki "Tepegöz" efsanesi ne kadar güzeldir. Gerçi, bu efsaneye benzer masallar eski Yunanlılarda da vardı. Fakat, eski Türk dini ile inançlarını iye bilenleri, bu gibi benzeyişler, hiçbir zaman bağlayamazlar. Bu konuyu pek çok örnekle incelemek, elbette ki bu kitap içinde mümkün olmayacaktır. Ama ne de olsa Türk okuyucularını, biraz olsun, bir aydınlığa kavuşturmağa çalışacağız. Türklerde Tepegöz, bir nevi "Bir Yer altı Ruhu" gibi görünüyordu. Yeraltından gelen bu ruh, insanlara türlü kötülükler veriyordu. Dede Korkut kitabında Tepegöz'ün ortaya çıkışı şöyle anlatılıyordu:
"Zaman ile Oğuz yine yaylaya köçti. Çoban gine bu bınara geldi. Gine koyun ürkdi. Çoban ilerü vardı. Gördü kim bir yığınak yatur, yıldır yıldır yıldırar. Peri kızı geldi, aydur: 'Çoban amanatın gel al, amma Oğuzun başına zavam getürdün', dedi. Çoban bu yığınağı göricek ibaret aldı. Gerü döndi, sapan taşına tutdı. Urdukça böyüdi. Çoban yığınağı kodı, kaçdı. Koyun ardına düşdi. Meğer ol dem Bayımdır Han, begler ile seyrana binmişler idi. Bu bınarun üzerine geldiler. Gördiler kim bir ibaret nesne yatur, başı göti belürsüz. Çevre aldılar, indi bir yiğit bunı depdi. Depdükçe böyüdi. Birkaç yiğit dahı indiler depdiler, depdüklerinçe böyüde. Oruz Koca dahı inüp depeledi. Mahmuzu tokındı. Bu yığınak yarıldı. İçinden bir oğlan çıktı. Gevdesi adam, depesinde bir gözi var. Oruz aldı, bu oğlanı eteğine sardı..."
İli nehri boylarında meydana geldiği anlaşılan bir Kırgız efsanesinde de, aynı motifi görüyoruz. "Er-Töştük" adlı Kırgız destanı, Türk kültürü bakımından, önemli bir kaynaktır. Dede Korkut kitabında Tepe-Göz'ün, bir yığınaktan çıktığı söyleniyor. Fakat bu yığınağın mahiyeti hakkında hiçbir açıklamada bulunulmuyordu. Er Töştük destanında ise, pınar başın da yine atlar ürküyor ve suda yüzen bir ciğer görülüyor. Ciğere vuruldukça şişiyor ve bundan "Yel-Moğus" adlı dev çıkıyor. Tabiî olarak burada ciğerden çıkan dev, Tepe-Göz değildir. Fakat mühim olan, Tepe-Göz gibi bir devin, nereden ve nasıl çıkışıdır. Ertöştük efsanesindeki bu kısmı, kısa bir özetle aşağıda vermeği faydalı buluyoruz:
İlemen-Bay'ın oğlu, Er-Töştü düğününden,
Dönerken sihirbazın, kaçamaz büyüsünden.
Bir çadır gibi eğri, bir kavağa gelirler,
İndirirler yükleri, konağa yerleşirler,
Atlar pınara gider, fakat ürker kaçarlar,
Göklere çıkmak ister, gibi kişner koşarlar.
Herkes pınara koşar, bakarlar ki bir ciğer,
Suda yüzüp duruyor, mızrakla biri iter.
İçinden bir dev çıkar, Bay'ın boynuna biner,
Oğlu da korkusundan, hemen oraya siner.
Cengiz Han'ın atalarından Duva-Sokor da "Alnında tek gözü bulunan" bir insan dev (Cyclope) idi. Tek gözü ile, üç menzillik mesafede neler olup bittiğini de görebiliyordu. Böyle bir devin yerin şişmesi sureti ile meydana çıktığına dair başka bir efsanemiz daha vardır.
Yer altından çıkan pınarlar ve kaynaklar, Yer ve Su Ruhlarının toplandıkları yerlerdi: "Yeraltından gelen pınarlar, yer altı ruhlarının dışarı çıkması için âdeta bir yol vazifesi görüyorlardı". Bu sebeple Tepe-Göz'ün de bir yer altı ruhu olması çok muhtemeldi.